Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel

Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel

Modern padişahlık değil katılımcı demokrasi

24 yıl önce Radikal'deki haftalık sütunumda yayınladığım yazıyı paylaşıyorum.

Osmanlı devleti ve hükmettiği alanlardaki toplumsal ortam hakkında en zekice gözlemlerden birini, hayatı Fatih, Beyazıt, Yavuz ve Kanuni’ni dönemine rastlayan Niccolo Machiavelli yapmıştı. Siyasi felsefenin bu büyük ustası, Fransız ve Osmanlı devletlerini karşılaştırmış ve şu sonuçlara varmıştı. Fransa krallığının ordusunu yenmek kolaydır. Ama ordusunu yenseniz bile Fransa’ya hâkim olmak zordur. Osmanlı sultanlığının ordusunu yenmek zordur. Ama bir kere yenerseniz Osmanlı ülkesine kolaylıkla hükmedebilirsiniz. Machiavelli’nin çağında Fransa Avrupa’daki sivil toplusallaşma sürecinin önde gelen ülkesi değildi. Ama Fransız toplumunun yapısı, sivil toplum olmaya, Osmanlı’daki toplumsal ortamdan daha çok yaklaşmıştı. Machiavelli’nin fark ettiği ve dikkat çektiği nokta buydu.

Osmanlı’da devlet, bir kişinin mutlak hükümdarlığı tasarımına dayanan, patrimonyal bir idari sistemdi. Üstünde toplumsal yapının içindeki çeşitli unsurlarının hiç bir hakkı yoktu. Devlet fikri, ülkedeki bütün insan toplulukları ve bütün iktisadi kaynaklara, ilke olarak adeta zati eşyası imiş gibi sahip olan bir hükümdarın, başıboş kalırsa kurda kuşa yem olacak ‘reaya’yı yani “sürü”yü gütmesi gibi gören bir “dünya tasarımına” dayanıyordu. Sultanın emrindeki kadrolar, “kapı kulları”, yani hanesinin kapısındaki köleleriydi. Yönetenlerin yönetilenlere karşı hukuki mesuliyeti, yönetilenlerin yönetenler karşısında kurumsal olarak korunan hakları söz konusu değildi. Aristokrasi yoktu. Padişah, “eşitler arası birinci” değildi. Emsalsizdi. Kimsenin evine, sofrasına, düğününe gitmez, reayadan kimseyi sofrasına çağırmazdı. Kayın pederi, kayın biraderi, bacanağı, kaynanası yoktu. Düşüp kalktığı, sarayda beraber yaşadığı insanlar, dünyayla ilişkisi kesilmiş cariyeler, hadım edilmiş beyaz ve siyah erkek saray kölelerdi. Her şeye hâkim gibi görünüyordu. Ama kendi de, ona mutlak olarak bağlı gibi görünen kölelerinin kölesiydi. Hükmettiği insan yığınları ile arasında, kurumsallaşmış toplumsal iletişim ve ilişki ağları yoktu. İdare edilen insanların açısından bakıldığında, devlette olup bitenler, gök gürültüsü, şimşek gibi, bütünüyle dışlarında, üstlerinde olup biten şeyler gibiydi. İdari sorunların çözülmesi, yaptıkları bir iş değildi. Başlarına gelen bir işti. Saray’da yani “Padişah”ın hanesinde düğümlenen tek ve aynı siyasi, askeri, idari merkez, işini şu ya da bu nedenle yapmaz, yapamazsa, idare edilenlerin ne yapacaklarına dair deneyimleri yoktu. Padişah, ülkesinin kaynakları üstünde Fransa’da kralın sahip olduğundan çok daha güçlü bir hâkimiyet kurabildiği için Osmanlı ordusu güçlüydü. Ama ordu bir kere yenilirse, reaya çobansız kalan koyunlar gibi çaresizdi. Bu nedenle, Osmanlı ordusunu yenen birinin Osmanlı ülkesine hükmetmesi kolaydı. Ama Fransız toplumu, kralın hanesinden başka birçok ikincil merkeze sahip bir kurumsal iletişim ve ilişkiler ağı sergiliyordu. Fransa’ya hükmetmek için kralın ordusunu yenmek yetmiyor, bu karmaşık ağa hâkim olmak gerekiyordu.

1683–1699 “büyük bozgun”undan sonraki Osmanlı tarihi, Machiavelli’nin bu analizini doğruladı. Osmanlı ordusunun çekildiği her yerde, orada yaşayan ve yer yer nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türkler ve/veya Müslümanlar çaresiz kaldı. Girit’in, Bulgaristan’ın, Makedonya’nın, Bosna’nın kaybı, çobansız kalan sürünün karşı koyma, direnme, kendini savunma, mücadele etme konusundaki aczinin trajik öyküsünü sergiler. Ömer Seyfettin’in anlattığı gibi.

Parlamenter demokrasi, Lale Devri’den bu yana, düşünen ve çobansız kalan zavallı koyun olmaktan utanan Osmanlı Türk insanının, kendisini yenen kültürün kendisini yenmesini sağlayan esrarını çözerek, tebaa değil, sivil toplumun, siyasal toplumun sahibi yurttaş olma arayışının simgesidir.

Bugün kendi çağımızı elimize alıp tutmakta ciddi güçlüklerle karşılaştığımız elbette doğrudur. Ama Türkiye’nin tarihini anlamış, bu tarihin hangi toplumsal, kültürel dönüşümleri gündeme getirdiğini görmüş olan birinin, bu güçlüklerin çözümünü yarım ya da tam “başkanlık” sisteminde görmesi mümkün değildir.

Türkiye, evrensel insan haklarına dayalı bir demokrasi, hukuk devleti oluşturma, sivil topluma dönüşme yolunda sevgili Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in siyaset sahnesine çıkmasından önce de mesafe kat etmişti. Ve Süleyman Demirel’in siyaset sahnesinden çekilmesinden sonra da mesafe kat edecektir. Tarih seven, tarih okuyan sevgili Cumhurbaşkanımızın, Machiavelli’nin analizini günde birkaç sefer düşünmesinde yarar vardır.

Türkiye’de siyasetin tıkanmasının sebebi parlamenter demokrasi değildir. Bunca yıldır siyasi parti diye, ortaya, etraflarına topladıkları kapı kulları ile ülkeye hükmetmeyi siyaset sanan modern padişahların kişisel serüvenlerini çıkartmış olmamızdır.

Türkiye’deki siyasi tıkanıklığın aşılması için, evrensel insan haklarına dayalı bir hukuk devletini içimize sindirmemiz gerekiyor. Bu bir. Liderlerin sadece ve sadece eşitler arasında birinci oldukları ve otuz sene, kırk sene siyaset sahnesinde kalamadıkları çağdaş siyasi partileri kurmamız gerekiyor. Bu iki.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.