Saz mıdır dile gelen Yoksa gönül mü?

Dr. Ahmet Rıza GÜNER

Gece sabaha kadar sürdü belirsiz bekleyiş. Bir duyum vardı ve herkes tetikteydi. Sabah oldu, güneş vurdu ve biz ayrıldık tenimizden. Yastığa beş kala uyumuşuz.

Öğleden sonra kalktım. İşyerim çok yakın. Sedyeden masaya kadar yürüdüm ve iş yerimdeyim. Bir çay söyledim. El yüz temizliği, ağız bakımı derken cam bardakta çayım geldi. Bir yudumdan sonra, dünya daha güzel görünmeye başladı. Kahvaltı yapmadan önce hastaları bakmak lazımdı. Anestezi teknisyeni Ramazan sıra ile almaya başladı bekleyenleri. Yarım saat sonra askerler bitmişti. Kahvaltıyı yaptıktan sonra köylüler gelmeye başladı. Köyden gelenleri de birer birer baktıktan sonra, bir keyif çayı söyledik ve dağlara bakıp yudumlamaya başladık.

Her gün bir şeyler gelirdi köyden. Her muayeneye gelen bir şey getirirdi. Whattsap yok, cep telefonu yok, instagram yok. Ama acayip bir haberleşme sistemi var. Mesela her gün bir günlük odunum gelirdi. Bir hasta odun getirirse, diğeri başka bir şey getirirdi. 3-4 yumurta, biraz ceviz, biraz patates. Ama bunlar, gerçekten günlük gelirdi. Revirdeki bizlere yetecek kadar. Bazen diğer asteğmenlerin gönül koyduğu da olurdu, ama sistem böyle işliyordu. Ben onlara gözüm gibi bakıyordum, onlar da bana evlatları gibi.

Sevk yok, danışacak kimse yok, telefon yok. Bir kocaman yalnızlık var Dağlıca’daki revirde. SVC denilen bir haberleşme sistemi ile bazen Yüksekova’daki doktorlara yazılı soru sorabiliyordum. Aslında kendi kendimin yalnızlığını gidermeye çalışıyordum. Kendimce onam alıyordum bir anlamda. Ama bazen yetemiyordum ve yetemediğimin sıkıntısı hem gönlüme hem yüzüme düşüyordu. İnsanlar sizin onlar için ne çektiğinizi anlıyorlardı. Sağlıkta şiddet, onca gürültünün ve çatışmanın ortasında yoktu. Elinden geleni yapıyordun, bir gün önce operasyondan gelsen de gerekirse bir sonraki gün hastanın başında sabahlıyordun, ama karşılığında sevgi görüyordun. Yapabildiğin ve yapamadığın her şey için teşekkür ediliyordu. Ben anlamasam da kendi aralarındaki konuşmalarını, yüzlerinden anlıyordum neler hissettiklerini.

Çayımızın sonuna yaklaşırken bir saz sesi geldi. Birden ortalık güneşe doydu sanki. Bir aydınlanma oldu. Bir bahar yeli esti kışın ortasında. Gönlümüzde çiçekler açtı. Radyodan mı? Yok radyo değildi. Saz sesi bayağı etkileyici bir şekilde gelmeye başladı. Ve tabur o sesle beraber sustu. Herkes o sese doğru yönünü çevirdi. El yıkayan musluğu kapattı, çay içen bardağını yerine koydu. Bir gül açmıştı taburda kocaman, herkesi kucaklayan. Dağlara doğru aktı sazın sesi. Gönüller titremeye başladı. Sesin geldiği yere doğru yürümeye başladım. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir asteğmen, sazın teline dokunmuştu çadırın önünde. Sanki dün geceki nöbeti hiç tutmamıştık. O güne kadar hiç sıkıntı çekmemiştik ve yaralımız hiç olmamıştı. Dağlarda takatimiz tükenene kadar yürümemiştik.

Ve sanki hiç çatışma görmemiştik.

Olduğum yere çöktüm karşısında. Öyle dinledik beraberce tüm tabur. Bir çay geldi, içemedim. İçsem, sanki tılsım bozulacaktı. O tele vurdukça biz sustuk. Biz sustukça o tele vurdu. Ama ne vuruş. Kiminin yari, kiminin anası geldi gözlerine. Kiminin köyündeki çam ormanları. Herkesin hasreti başkaydı, ama herkesin hasreti dağlar kadardı.

Yaktın gönülleri kardeşim dedim. Eline gönlüne sağlık. Bir de bana sor dedi. Ben yanmasam bu tel böyle yakar mı?

Evet. Saz mıdır dile gelen, yoksa gönül mü?

Aslında farketmez.

‘’Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma, yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur.’’diyor ya Neşet usta; biz de oturmuştuk asteğmenin karşısına.

Onca çatışmanın ortasında, tozun dumana karıştığı yerde bir güldü o saz. Hem de kocaman bir gül.

Gönlünüzdeki güllerin çoğalması dileğiyle.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.